Ve özlüyoruz seni anamızı babamızı özler gibi.Ahmet abimiz sen en büyük gurbetimiz ve dahi kabul bağlamayan en çatal yaramız.
Eskiden gözyaşlarımız vardı. Bir Deniz'ler, Pir Sultan’ın idamına zindanda Yusuf olurken isyan eden Ahmet Abimiz ve bir de kiraz ağacında yırtılırken gömleğimiz, bilyelerimizi arayan Yılmaz Güney’imiz...
Bir gecenin karanlığında yıldızlar kayarken asilsizliğe, sensizliğe bir bir, çatal çatal Ahmet abimiz SÖYLE diyordu. “Dışarıda yağmur yağıyor benim içime kar” diyerek gönüllerde sultanların oturduğu tahtların üstünde sultanları kendine taht ediyordu, köpek eyliyordu tüm riyakâr sanatçı bozmalarını ve sahtekâr çakal sürülerini çatal çatal...
“Tutmazsam ellerini yakarım bu şehri” derken “korkma” diyordu boydan boya babasızlığa ve sevgisizliğe kesen, intihar kokan gecelerin sonsuzluğunda trensiz dörtnala koşan nudistan coğrafyamda biz susuyor, o hepimizin yerine söylüyor, haykırıyor ve bağırıyordu.
Her seferinde her ne kadar bazı bazı “Boğazım düğüm düğüm, çözemiyorum, şu insanların yüzlerini göremiyorum, istesem de yanına gelemiyorum.”dese bile...
Bazen de yüzümüze tükürürcesine “Şu insanların yüzlerini göremiyorum.”diyor, aşkından ölen ama edebini bozup söyleyemeyen mozart'ın çocukları gibi...
O söylüyordu biz susmaya ve ölmeye keçilik ediyor, yemin ediyorduk.
“Çek çek Mustafa ahkâm ve çek” kesmekle geçirmeyi ömrümüzü...
Bu şehir seni bozar demedi mi Haydar ve seni bozmadı mı; “savaşma seviş” derken sen sevişmeyi yanlış anlayıp meni kokan gecelerde gayri meşru çocuklara çınar dururken ve dahi Rabbine isyan ve gün gün ah dururken...
“Acımasız olma şimdi bu kadar kum kum gibi ezip geçme!”dedikçe sen savurdun geride aşklar kadınlar ve çocuklar bırakıp ihanete puştluğa gitmedin mi, yelken açmadın mı suskunluğa martılar gezerken çöplüklerde biz seninle durmadan sevişirken...
Siz sofralar donatırken, çilingirler açarken ve dansözlüğe du şeş dönerken benim neden ağladığımı nerden bileceksiniz, kime yandığımı nerden bileceksiniz, işkencede polise seni sevdiğimi bile söylemezken beni vur beni vur onlara verme diye diye…
Ben yanmazsam sen yanmazsan nasıl aydınlığa çıkar bu karanlıklar ben yandım siz yanmayın Allah aşkına diyordu ebubekir misali bizse yine ihanete gebe gözlerimizle sen yandın ben yanmayayım Allah aşķına’lardaydık...
“Yanımdasın susuyorsun, susuyor konuşmuyorsun, konuşmuyor görmüyorsun?”deyip dokunuyordu bize dize dize ama hala halimize ağlamıyorduk biz, o Yılmaz abiye komşu olurken. Masmavi Deniz'in Gözlerin de Cegerxwîn İshak Paşa da Ahmedi Xani'yle mandolin çalarken ve henüz çocuklar saz çalmak dışında hiçbir şey çalmayı ki portakal çalmayı dahi bilmezken…
Her şeyi söylüyordu, haykırıyordu bizim yerimize.
“Diyarbakırlıymış adı Bahtiyar, suçu saz çalmakmış!”diyor ve ihbar ediyordu abilere bu şehrin gerçek eşkıyalarını, “sazı da çatlamış sakalı da uzamış” derken...
Sonra “Başım belada tabancamı unutmuşum helâda.”deyip uzaklaştı gitti çok uzaklara kurşun gibi mavzer gibi patladı gitti...
Giderken de çocuk yüreğiyle üzülme beddua etmem dedi,etmedi.Hoşçakal iki gözüm , hoşçakal ülkem deyip gözyaşlarımızla gemilerin ardından dökülen suyla papatyaca gitti...
Kafamıza sıkıp gitmesi gerekirken kafasına sıkıp da gitti arka mahallede salıncaklarda sallanmaya...
Ahmet abi gittikten beri biz öksüz, sokaklar yetim, kediler sahipsiz, ormanlar çıplak ve insanlık çırılçıplak kaldı...
Her insafsızlık seferinde, her kuş vurulduğunda serçe kalbinden, her genç öldüğünde, her tacize ve ölüme terk edilen 3.sayfa kadın haberleri duyduğumda daha bir üzülüyor ve ağlıyorum gecelere. Çünkü Ahmet abi sen gittiğinden beri herkes sustu kimse konuşmuyor ve karanlıkları kimse yırtmıyor biliyor musun?
Sen benim masal kahramanımdın, benim yerime gerçekleri konuşan hep haykıran… Ve özlüyorduk seni anamızı babamızı özler gibi.Ahmet abimizdi sen en büyük gurbetimiz… Ve biliyor musun Ahmet Abi, sen gittiğinden beri yani ceketimi yağmurlara astığımdan beri tehlikeli şiirler okur dünyaya sataşırım... Ve dahi bu aşkın bir nüshası sende kalacak bir de sen gitme sevgili/Ahmet...