Hangi günün adıydı gitmek ve gitmenin doğru zamanı var mıydı? En çok yanında neyi götürebilirdi insan? Adımlarını hızlandıran ruhunun sessiz çığlıklarıyla sisler vardı takip ettiği günün akşamında. Alacakaranlık çökmüş boyun büktüğü omuzlarına. Devasa boy gittikçe kırılan yol hikâyelerinde küçülüyordu. İncinen ruhunu kemiriyordu dişlerinin arasında bir şeylerin kırıntıları kalmış gibiydi. Gitmek; belki de en çok vazgeçmekti.
‘‘Karanlığın gözleri vardı, aydınlığa çıkacak iki damla yaşı yoktu’’
Kendini unutup üşüyen yıldızları taşır şimdi parkasının sol cebinde. Kaleminin izleri son nüshaya dökülmüş, habersiz bir göç kavramıdır kokusu bozulmamış. Sahte yüzler yontar şimdi geçmişini, geleceğini ise karamsar umutlar. Anımsamak kalıyor elinde sıkıştırdığı hüviyeti. Büyümüyordu özlemin asık yüzlü ifadesinde, kendinde öldürmüştü gülümsemenin derin çizgisini. Bir usta kadar tecrübe giyinirken fikirleri, bir çırak kadar da acemiydi ruhunun beyaz kalan ayrıntıları.
Gitmekti adını sayıkladığı yol, ıssızlığın ıslığını çalacak son güç gösterisiydi. Kalabalıklaşan insanların görünmeyen ve sevilmeyeniydi. Fikirleri kendi dilinin hükmünü geçemeyecek kadar azdı. Asırlar boyu boynunda muska olarak taşıdı bir hafiflik kadardı dilinin hükmü. Hayata tutunamayanlar kadar fazlalıktı ve bir siyah kurdeleyi hak edemeyecek kadar da kirliydi. Fazlaydı, fazlalardı, fazlaydık.
Ahmed Arif’in şiiri geliyor aklıma: Otuz üç kurşun oysa çoktan otuz üçü geçmişti.
Ölüm ve ayrılık hiç eksilmedi yakamızdan, belki de onlar için en sevilendik. Herkes kendi yaşam öyküsü kadar değerli iken kimin öyküsünde kötüydük? Göğsümün ortasında zamansız bir ölüm açılıyor, ayrılık kendi sabahı ile kayboluyor.
Tüm bencil insanlar kadar kirli düşüncem ile acılarına bağdaş kurup izledim. Bir yaprağın düşüşü kadar önemsizdi.
‘’Gitmek; sen olmadan yola koyulmaktı’