"İnsan diğer bütün varlıklardan akıl ve irade sahibi olma yönüyle ayrışan bir varlıktır. Bu vasıflara sahip yegane varlık olması hasebiyle yeryüzünde başıboş ve gayesiz değildir.
Bir yönü akıl iken diğer bir yönü irade olan insanın, yeryüzünü imar ve inşa etme sorumluluğu vardır.
Yeryüzünün insan yaşamına uygun bir hâle gelme durumunu karşılayan en iyi kavram ise “medeniyet” kavramıdır. Medeniyet dediğimiz olgu yeryüzünü yurt edinmeye çalışan ilk insanla birlikte var olagelmiş bir olgudur. Bu olgunun olduğu yerde insanın kendisiyle, dışındaki varlıklarla ve doğayla olan ilişkilerini ahlak, adalet ve hukuka uygun yürütmesi gerekmektedir.
Yaşadığımız kadim coğrafya medeniyetlere beşiklik etmiş olmakla beraber dünyanın en eski yerleşim coğrafyalarından biri olma özelliğini taşımaktadır.
Ancak köklü medeniyet birikimi ve günümüzde medeniyeti yaşayış biçimimiz hakkında aklımızda bazı sorular tekrar edip durmaktadır:
“Birincisi, bu kadim coğrafyadan bizlere kalan büyük medeniyet birikimine ne kadar sahip çıkabildik?
İkincisi, medeniyet olgusu sosyal yaşantımızda ne ölçüde yer edinmiş ve tesiri üzerimizde ne kadar etkili olmuştur?”
Muhatabı olduğumuz bu sorular üzerinde düşünüp fikir -çıkış yolu- üretmemiz önemlidir.
Sorunu hayata dair yaşanmış bir anekdot ışığında çözümlemek bakış açımıza bir farkındalık kazandıracak ve anlamayı kolaylaştıracaktır.
Bu şehirde Yeşildere ile Dize mahallelerinde ikamet edenlerin çoğunun şahit olduğu bir anekdottur bu.
Evi Dize Mahallesi ile Yeşildere Mahallesi'ni ayıran ana yolun kenarında bulunan Hacı Ahmet Amca her kış mevsimi sonrası evinin etrafında biriken çöpleri kürekle temizler, tozları tel süpürge ile süpürürdü. Bütün yaz mevsimi boyunca da bu faaliyeti aralıklarla tekrarlardı. Evi iki mahalleyi ayıran ana yolun kenarında bulunduğu için Ahmet Amca hem ana yolu hem de yol kenarında bulunan su kanallarını temizleme vazifesini de üzerine almıştı.
Evinin bitişiğindeki bu ana yoldan aşağı doğru yürürken çarşıya, yukarı doğru yürürken Atatürk İlkokulu’na gidilirdi. Bütün yol boyunca insanların gözüne takılan şey yolun her iki tarafında bulunan su kanallarına, gelişigüzel atılan çöplerin toz toprak ile zamanla tortulaşmış hâli ve o çöplerden çevreye yayılan kötü kokular ve çirkin görünümlerdi.
İnsanlar için evlerinin çevresindeki bu çöp yığınları zamanla hayatın doğal bir parçası oluvermişti . Bu durum, şehir insanının gözünde çirkinliğin kanıksanmasına ve sıradanlaştırılmasına sebep olmuştu.
Ancak Ahmet Amca’nın evinin olduğu o küçücük yol kısmına gelince birden her şey değişiverirdi. Hayatın bir parçası olan çöp görüntüleri yerini temiz suyun akabildiği bir su kanalına bırakır ve kanal etrafının tozlardan, pisliklerden arınmış olması insanların içinde bir huzur ve nefes alma hâline dönüşürdü.
Bu manzara bir insanın zihin ve gönül aynasının dışarıya yansımasıydı. Ahmet Amca’nın ruhunun naifliği ve kadim medeniyeti içselleştirmiş yaşantısı çevresinin kirli olmasına asla müsaade etmiyordu.
1950’li yıllarda okula gitmiş ve ilkokul 3. sınıftan öğretmene bir horoz vererek mezun olabilmiş ve sadece okuryazarlık belgesi bulunan Hacı Ahmet Amca yaşadığı şehrin ahalisine hayatın medeniyet derslerinden birini kürek ve tel süpürge ile vermiştir.
Gün geldi bu küçük şehir büyüdü, genişledi ve yaşamak dediğimiz o sade ve berrak olgu bir sorunlar yumağı hâline dönüştü. Bilgiye, teknolojiye, daha iyi yaşam standartlarına sahip oldukça büyüyen küçük şehrimizin çöp ve kirlilik sorunsalı da büyüdü, büyüdü, büyüdü.
Bu noktada işini yapamayan Belediye miydi? Belediyenin çalıştıramadığı temizlik işçileri miydi? Yoksa çöpü ortalık yere saçan ve bu durumu kanıksayan biz şehir ahalisi miydik?
Tabii herkesin bir bahanesi hep vardı.
Çöp kutuları ve arabaları bu şehir için zaten çok az sayıda mevcuttu. Merkezi bütçeden bu şehir için ayrılan ödenek bürokrasiye takılıyordu. Ardı arkası kesilmeyen haklı veya haksız bahaneler miydi bütün bunlar bilinmez.
Akabinde eleştiri ardına eleştiri...
Eleştiri insanoğluna verilmiş en gelişmiş akıl kullanma yollarından ve aklın en temel becerilerinden biridir. Bu güçlü silah doğru kullanıldığı zaman bizi medeniyet kavramını geliştirmeye ve daha iyiye gitmeye sevk eden bir araca dönüşmektedir. Eleştirinin yanlış kullanımı ise bizi stabil ve tutucu bir medeniyet formunun içinde ömür tüketmeye sevk etmektedir.
Yıllarca bu güçlü eleştiri silahını kahve köşelerinde, aile meclislerinde, eş-dost sohbetlerinde, elimizde bir çöpümüz ile Cengiz Topel Caddesi’ni bir baştan bir başa yürüdüğümüzde o çöpü atacak bir küçük çöp kutusu bulamadığımızda kullandık.
Geldiğimiz noktada hâlâ bir eleştiri hâli içerisindeyiz. Kadim bir medeniyetin bakiyesi olarak yaşadığımız bu şehre kısır ve işlevsiz bir eleştiri kültürü kazandırmaktan öte bir kazanımımız olmadı. Temizlik ve medeniyet bilinci adına bu şehre hiçbirimiz Ahmet Amca’nın küreği ve tel süpürgesi kadar fayda veremedik maalesef.
Kimseye laf dokundurmak ve kimsenin canını sıkmak gibi bir gayemiz yok.
Biz güzel şehrimiz üzerine ortaya bir manzara koyduk. Bu manzarada bir kusurlu olma hâli var çünkü. Burada kusursuz ve suçsuz olan tek varlık şehir. Hepimiz kusurluyuz.
Dikkatlerimizi yoğunlaştırmamız gereken nokta, bir şehir olarak bize özgü olan değişimin gerekliliğidir. Gerçekleştirmemiz gereken bu değişim öncelikle hepimizde var olan kusurlara ilişkindir. Burada tüm ağırlığı ve kapsamıyla “medeni olma” problemi çıkıyor karşımıza.
Bu şehirde yaşayan bizlere ait bir ödevdir bu.
Şimdi başa dönüp sorduğumuz iki soru üzerinden kendimizi hesaba çekme, kusurlu bilincimizi ve kire bulanmış şehrimizi temizleyecek bir küreğe ve tel süpürgeye sahip olma vaktidir."