Vizontele filminde çok güzel bir sahne vardı.

Belediye Başkanı rolünde oynayan Altan Erkekli eline mikrofonu alır ve televizyonun çok sonradan geldiği şehri için şu sözleri söyler.

—   Buraya gelen yabancılar bize hep şu soruyu sordu.

—   Ya hu siz burada nasıl yaşıyorsunuz?

—   Buranın nesini seviyorsunuz?

—    Çok zor buna cevap vermek.

—   İnsan memleketini niye sever?

—   Başka çaresi yoktur da ondan.

—   Ama biz biliriz ki, bir yerde mutlu mesut olmanın ilk şartı orayı sevmektir.

—   Burayı seversen, burası dünyanın en güzel yeridir. Ama dünyanın en güzel yerini sevmezsen orası dünyanın en güzel yeri değildir.

 Bu sözler yaşadığımız şehrin insanı Yılmaz Erdoğan’ın kaleminden çıkmıştır. O da bu şehrin çaresizliğini zamanında yaşamıştır. Yaşadığı bu durumu da dramatik ve mizahi bir tarzda sinemaya aktarmıştır. Bu şehrin sakinleri olarak bizler de bu sözleri kendimizi bildiğimiz günden beri bölgemizin bir türlü değişmeyen kaderi hükmünde görmekteyiz. Gerçekten de dışarıdan gelen her insanın bizlere sorduğu ilk soru şu oluyor.

—   Ya hu siz burada nasıl yaşıyorsunuz?

İçimizden enayi olduğumuz için bu şehirde yaşıyoruz cevabını vermek gelse de o cevabı veremiyoruz. Çünkü dedelerimiz, atalarımız tarihten beri bu şehri mesken tutmuş ve bizim kaderimize de bu şehirde doğmak, bu şehrin çilesini çekmek düşmüştür. Bizi bu şehre bağlayan anılarımız ve kocaman tarihsel bir çaresizliğimiz var.

Peki gerçekten bu şehir yaşanmaz bir şehir mi?

Bu şehirde yaşamak zorunda olmak bir çaresizlik mi acaba?

Coğrafi koşulların zorluğu bu şehri yaşanmaz bir hale mi getiriyor?

Ülkemizin diğer bütün şehirlerinde yaşanıyor ve mutlu olunuyor da bir bizim şehrimizde mi yaşanamıyor ve mutlu olunamıyor?

Bütün bu soruların cevabı elbette ki hayır. Şehrimiz doğal güzellikleri, coğrafi konumu ve kültürel özellikleriyle ülkemizin en güzel şehirlerinden biridir aslında. Dağlarıyla, ovasıyla, çiçekleriyle, meşhur kış mevsimiyle başka hiçbir coğrafyada olmayan güzelliklere sahip bir şehir.

Peki bu kadar güzelliğin içinde şehrimiz neden yaşanamaz bir şehir?

Cevabı çok basit bir soru bu. Çünkü yerlisiyle yabancısıyla bu şehrin gerçekten bir seveni yok. Herkesin hor gördüğü, hor kullandığı bir şehir burası; bir kesim için ideolojik fantezilerinin yeşerdiği bir arka bahçe, bir kesim için güç oyunlarının rahatça denendigi yok edilebilir bir alan, bir kesim için kara paranın döndüğü bir cennet, bir kesim için atalarından miras kalmış bir şehir, bir kesim için yaz ayları için kullanılacak turistik bir mekân, bir kesim için de yoksulluk ile çaresizlik arasında gidip geldiği ve kimsenin umurunda olmadığı bir yer...

Bu şehrin gerçekten bir seveni yok ama hor kullananı, sömüreni ve yok etmeye çalışanı çok.

Bir şehri yaşanılır kılan o şehrin düzenidir, bakımıdır, onarılmasıdır. Alt yapısı ve üst yapısıyla sürekli elden geçirilmesi ve dizayn edilmesidir. Var olana sahip çıkılmasıdır. Sahip olunan maddi-manevi bütün değerlerin korunmasıdır. Kaldırımın, yolun, otobüs durağının, okulun, hastanenin, suyun, havanın, elektriğin ve toplum yararına olan küçük büyük her şeyin korunmasıdır.

Bu şehirde hiçbir iyi şey yapılmıyor, hiçbir hizmet yapılmıyor anlamı çıkmasın buraya kadar yazdıklarımızdan. Elbette ki hizmet ediliyor ama o kadar gönülsüz, bilinçsiz, o kadar üstünkörü ve estetik anlayıştan uzak hizmet ediliyor ki kimseyi mutlu edemiyor. Mutlu edemediği gibi kimsenin ihtiyacına cevap da vermiyor. Dikkatli bir nazarla bu yapılan işleri gören şehir halkı yapılan hizmetlerde zerre kadar samimiyetin ve sevginin olmadığına her defasında şahitlik ediyor. Halk ise şehrin bu sahipsizliği ve çaresizliği karşısında zamanla bu sevgisizlik halini kanıksamış bir yığın haline dönüşüveriyor.

Bazen tam bu sefer oldu diyoruz. Bakın her yeri düzelttiler. Aslında bir şeyler yapılıyor diyoruz. Biz yanılmışız diyoruz. Ama aradan kısa bir süre geçmeden ya yapılan o hizmetin kalitesizliği gün yüzüne çıkıyor ya da yapılan o yol, o kaldırım bir ekip tarafından tekrar kazılıyor ve yıllarca çukur halinde bırakılıyor.

Tarihi İpekyolu kaldırımları yapıldı. Hepimiz çok sevindik gerçekten bu şehre yakışan bir manzara dedik. Ancak ilk sene üzerine dökülen çok fazla miktardaki kumdan bazı yerlerinde yürüyemedik ve bu sene de baştan aşağı kazıcılarla kazıldı. Hepimiz de biliyoruz ki o kaldırılan taşların hiçbiri tekrar yerine konulmayacak ve o kazı alanı gelişigüzel toz ve toprakla doldurulup yıllarca kaderine terk edilecek.

Aynı kazılar çarşı içindeki birçok yolda da yapıldı. Gelişigüzel toz toprak ile dolduruldu. Üstüne asfalt çalışması da yapılmadı. Yağışla birlikte o çamur dükkanlarımıza, arabalarımıza, evlerimize doldu taştı. Yapılanın kısa sürede yıkıldığı, yıkılanın yıllar boyunca tamir edilmediği bir şehir oluverdi burası. Yıllardır şahit olduğumuz manzara bu maalesef.

Sadece belli bir kesimin kazandığı rant alanına dönmüş bir şehir burası...

Kış mevsimine gireceğimiz bu günlerde de çarşıda, ipek yolunun kaldırımlarında,  Toki  konutlarının yolunda ve çeşitli mahallelerimizde hummalı alt yapı çalışmaları başladı. Görünene bakılırsa yapılan iş alt yapıyı iyileştirmekten ziyade mevcut sıkıntılı alt yapıyı daha da kötüleştirmek oluyor.

Burada halk olarak hepimiz kendimize şu soruyu soruyoruz:

Havanın alt yapı çalışmalarına müsait olduğu Mayıs, Haziran, Temmuz, Ağustos ve Eylül aylarında yetkili kurumları  çalışmaktan alıkoyan ne oldu da yağışların ve soğuğun hissedildiği, yapılan çalışmaların hiçbir fayda veremeyeceği kış mevsiminin girişinde mevcut alt yapıyı düzeltmek adına böyle çalışmalar yapılıyor?

Neden her sene bu manzara tekrar ediliyor bu şehirde?

Bizce bu sorunun tek bir cevabı var. Bu şehrin gerçek anlamda bir seveni, iyileştireni, şehri kendine dert edineni yok.

Atanıp bu şehre hizmet için gelen memur ve görevliler bu şehirden bir an önce kurtulmak için gün sayıyor. Bu şehrin iş gücünü oluşturan gençleri, iş olanağı sağlayıp yatırım yapacak zenginleri, okuyan ve bir yere gelip hizmet edecek, fikir üretecek entelektüelleri de bu şehirden biran önce kaçıp kurtulmanın derdinde.

Peki bu insanlar haksızlar mı?

Daha iyi yaşam koşulları varken onlardan yararlanmak için göç edip gitmek elbette ki haksızlık değil. Ama bulunduğu yeri sevmemek, orası için elinden geleni yapmamak, orayı daha iyiye götürmek için çabalamamak en büyük haksızlık, vicdansızlık...

Bu şehirde bolca rant, yıkım, israf ve sevgisizlik var.

Belki bir gün bu şehrin de gerçek anlamda bir seveni, bir sahipleneni olur ümidiyle daha iç açıcı yazılarda buluşmak dileğiyle...