Sesim kıyılarına vursa yâda sesin kıyılarımda dursa ne kaybederdik? Çok bir şey değildi eski bir kabileydik göç yollarıyla eskimişliğimiz. Haberin olmadan ruhumu parçalara bölüp sayılarımı sayıyorum. Dörde bölünmüş kocaman parçalarımın bir avuç toprakla birlikte saksılarda biriktiriyorum. Sana bekle diyen bendim oysa senden önce yol ayrımını tamamlayan da yine benmişim. Gidişinle toparlandı, hayata tutundu sanırlar. Oysa yaşamı da beraberinde sürükleyip götürdüğünü de bir tek sen bil. Sen de söyle artık; ayrılık çoktan yüzümüze gözümüze bulaştı. Peki; yüzüme vuran ses dalgasının izi neden? Belki sadece üşümek içindi ve belki de sadece gözümden düşecek bir kar tanesi içindi bütün nefesim.  

Biz en son ip atlayan çöp adamlarda kalmıştık. Nede çabuk büyüdü yalın ayak çocukluğumuz. Nakaratlarını sevdiğim şarkının sözleri düştü aklıma. ‘Bana esmeyi anlat, bana sevmeyi anlat’... Sen ise bana özgürlük şarkıları ile özgür bir gökyüzünde uçurma uçurtmayı öğret?  Başka anlamlar ile seviyorum demeliyim, gökyüzünün semalarında dans eden uçurtmalara. Bakıp bakıp dalmalıyım çocuk saflığında büyük bir heyecanla. 
Mevsimsizliğim takılıyor ipin ucuna, gökyüzüne ise dileklerim.

Desem ki; özledim hangi kelimenin çevirisin de bulabilirdim adını? Bir rüzgâr düşse geceme iz sürüp peşinden gelsem Şubat çıkar mıydı hayatımdan ya Mart silinir miydi hafızamdan? Bilindik ağırlıklı yükler değildi bunlar, her acı peşinden başka bir acıyı getirdi. Oysa biz en çok anmak kelimesinden nefret ediyorduk ve ömrümüzü hep birilerini anarak yarıladık, ruhu kemiren o büyük notlar.

Şimdi anlıyorum; yüreğimize hapsettiğimiz yıldızlarla nasılda duygular toplamının esaretini yaşadığımızı ve anladım ki benimde hüzünlenmek için bağrıma basmam gereken bir şarkıya kulak kabartmam gerekiyormuş. Düğümlenmiş bir sis bahçesiydik, kök salan hatıralarda en çok bizi bulurdu çığ. Tekrar tekrar toparlana bilme telaşıyla kırılganlaşıyor parmaklar. Bilsen sildiklerimi yüzüm bile kendi yüzüne kızarıyor, demli bir çay gibi kehribar sessizliğini yaşıyor.
 
Ne kadar uzağa gidersen git sıvası dökülmüş bir evin çatısında hiç eskimez hüzün, avlusunda sarıpapatyaların uzayıp giden mahzunluğu. Yoruldum ve yorgunluğumda ki o gizli sükûnettin küskün koridorlarında volta attım. Martın kemiklerindeki nasır dökülsün, içimin aklarında baharlar açtırsın. Bir kuşun kanatlarından tutup uçmasını beklemek hangi özgürlük anlayışındaki acı tuhaflıktı?  ‘‘Uyumamalı artık sevinçlerimiz eski bir yankı ve eksik bir iyilikti, gün doğumunda barışın zaferi’’…