Kalbinizi ve karakterinizi şekillendiren yaşadığınız yer mi, yoksa tam tersi mi?
Uzunca düşünmek gerek…
Bizler de burada kalbimizin şehrimiz için attığı gerçeğini yazıyor ve paylaşıyoruz.
Şehir dediğimiz olgu büyük bir karmaşa düzeni içinde; evler, sokaklar, yollar, alışveriş mekanları, bahçeler, parklar ve kamu kurumlarının düzenli yerleştirilmesiyle ortaya çıkan bir mimari bütündür. Şehirdeki düzen ne kadar mükemmel ise insanı o kadar mutlu, düzen ne kadar mükemmeliyetten uzak ise de insanı o kadar mutsuz yaşar.
İnsanlar sokağa çıktığında temiz olmayan bir çevre, hava kirliliği ve düzensizlik ile karşılaştığında motivasyonu düşer ve o ortamı sevmez, o ortama aidiyet hissi kaybolur. Sokağa çıktığında temiz, düzenli ve sağlıklı bir çevre ile karşılaştığında mutlu olur ve o ortamın bir parçası olmaktan memnuniyet duyar. Bu yüzden bir şehrin sokakları o şehrin medeniyetinin aynasıdır.
Sokaklar şehrin damarlarıdır, kalbe kan taşırlar. Şehir yaşamı sokaktadır, toplum olarak kendimizi bulduğumuz, toplumumuzun kalitesinin yansıdığı kamusal mekândır. Sokakta mezun oluyoruz, yürümeye başladığımızda bisiklete binmeyi öğreniyoruz, oynuyoruz, burada büyüyoruz ve ölüyoruz. Sokak tarihimizin evidir, mirasımızı barındırır, mimarimizin görsel bir resmidir sokak.
Sokak şiirlerin, aşk romanlarının, gerilim romanlarının, tabloların, harika eserlerin ilham kaynağıdır. Çünkü sokakta yaşanan bir duygunun, bir insan deneyiminin ifade edildiği bir sahne olmayı başarır.
Richard Sennett'in “Ten ve Taş ” adlı bir kitabında bedenimizin özgürlüğü ile şehirlerin tasarımı arasındaki ilişki işlenir. Sennett, bedenlerimizle ne kadar rahat hissedersek, o kadar demokratik şehirlere sahip olacağımızı varsayar. Düşüncelerinde bedenlerimizin şehri keşfetmek için gösterdiği fiziksel çabanın şehre olan bağlılığımızla doğru orantılı olduğunu anlatmaya çalışır. Sokaktaki bir yayanın duyusal deneyimi, aracın kontrolleri dışında herhangi bir bağlantı olmadan, yalnızca mümkün olan en uzun mesafeyi minimum çabayla kat etmeye çalışan bir sürücününkinden farklı olacaktır. Sokaklar bu şekilde bir kopukluk, geçiş mekânı haline geliyor.
Güzel şehrimizde çöp yığınına dönmüş, geçilmez çukurlarla, engellerle dolu, yol ortasına örülmüş duvarlar boyunca uzanan sokaklarımızı dönüştürmemiz gerekiyor. Çünkü bu sokaklar kolektif yaşamımızı kısıtlıyor, bizleri boğuyor ve mağdur ediyor.
Maalesef bugün şehirler aynı zamanda güvensizlik, stres, korku, yoksunluk, sakatlama, taciz, tecavüz ve ölümdür. Şehrin sokaklarıyla, yollarıyla, ağaçlarıyla, ilişkimiz değişti çünkü; şehre düşman, yabancı, kör, dilsiz olduk.
Şehir bir insan bedeni gibidir. Merkezinde kalp olan bedenin her noktasından damarlarla kalbe hayat taşınır ve o insan yaşamını devam ettirir. Tıkalı olan bir damar insanın hayat kalitesini oldukça düşürür ve hasta eder. Tıkalı olan birden fazla damar zamanla kalbin ölümüne yol açar.
Her şehrin bir kalbi vardır. Kalbi sağlıklı çalışan bir şehir, insanlarını bir araya getirebilir, onları bir arada tutabilir ve onlar için neşe kaynağı olabilir. Kalbi sağlıksız çalışan bir şehir ise orada yaşayanlar için hasta, depresif ve bezdirici bir yer olabilir.
İlginç olan soru şu: Bir şehrin ne zaman sağlıklı bir kalbi olur ve onu refah yaratacak şekilde nasıl besleriz?
Şehir kavramını daha geniş bir perspektife taşıyabilirsek eğer, şehrin kalbini harekete geçiren unsurları belirleyebiliriz. Bu şekilde daha büyük bir kalp yaratabilir veya şehrin kalbini canlandırabiliriz.
Bir şehri içindeki topluluk açısından düşündüğümüzde, her boyuttan şehir düşünülebilir, yeter ki bir topluluk duygusu olsun ve bu muhtemelen kalbi iyi çalışan bir şehrin ilk unsurudur.
Böyle bir şehirde yaşayan herkesin bir topluluk duygusu, sadece yakınlarına, komşularına veya yaşadıkları sokağa ait olmaktan daha büyük bir aidiyet duygusu vardır. Paylaşılan bir kimlik gibi...
Bu aidiyet duygusu, katılımın gerçekleşmesi için doğal bir yol yaratır. Böylece belirli şeyler organize olur ve belirli bir yapıya kavuşur. İnsanların birlikte yaptığı şey için en mantıklı olanıdır ancak aynı zamanda hiç kimseyi dışlamayan ve ilgilenen herkesi dahil etmeyi amaçlayan belirli bir akışkanlık da vardır.
Mesela bir okuldaki öğrenciden tutun personeline kadar herkesin okulun bir parçası olmaktan duydukları gururu düşünün. Böyle bir okulda bulunan herkesin okullarıyla ve başarılarıyla gurur duyduğu, aidiyet duygusu hissettiği bir okula gittiğinizde, içinizde bir mutluluk, bir özlem, böyle bir okulun parçası olma isteği oluşur.
İşte kalple özdeşleşmiş bir başka unsur: oraya ait olmaktan duyulan gurur ve bunun dışında olanlara karşı duyulan arzudur. Binlerce kişinin yaşadığı şehirlerde bu gururu daha küçük şehirlerdeki kadar yoğun bir şekilde göremeyiz. Belki de şehirdeki insan sayısına göre değişiyor? Bilmiyoruz.
Bizim, yasadığımız şehir için şahit olduğumuz bir şey var: bu şehrin insanı bu şehirde olmaktan gurur duymuyor, mutsuz bir haldeler. Bu gerçekliklerini bulundukları her ortamda şehre ve insanına ağır sözler etmek aracılığıyla ifade ediyorlar. Ancak bu sıklıkla üzerindeki sorumluluğu unutmak ya da atmak için yapılıyor.
Bahsettiğimiz okul gibi kalbi sağlıklı çalışan bir şehrin buna ihtiyacı yoktur çünkü varlığıyla gurur duyar. Belki de sağlıklı bir özsaygıya sahip bir insanla karşılaştırılabilir. Sağlıklı bir özdeğer duygusuna sahip olan ve varlığıyla gurur duyan birinin rekabete ihtiyacı yoktur. Bunu düşününce, belki de bunun eksikliği toplumumuzda gördüğümüz rekabet türünün ve bunun sonucunda eksik aidiyet duygusunun da temel nedenidir. Herkes rekabetin bir parçası olduğunda, ortak bir amaçta geçici olarak birleşip başkalarını yenmek dışında, kiminle aidiyet duygusuna sahip olabilirsiniz ki...
Bizce kalbin bir diğer kısmı bu şehirde yaşayan insanların birbirlerine nasıl değer verdiğinde görülür. Birbirlerinin iyiliğiyle ilgileniyorlar mı, yardıma ihtiyaç duyduklarında ne yapıyorlar? Ötekilere kendiliğinden yardımda bulunuyorlar mı? Bireysel hedefler, bir topluluk olarak bizim veya hedeflerimizin refahından nasıl daha önemli olabilir? Kalbi sağlıklı çalışan bir şehirde, bu sorular hem bireysel özgürlüğü hem de herkesin birbirine bakma taahhüdünü garanti altına alan bir şekilde yanıtlanmalıdır.
Sonuç olarak söyleyebileceğimiz şey şudur: Yaşadığımız şehir Yüksekova’nın hali, bir çok damarı tıkanmış ve ameliyat masasına alınmış can çekişen bir hastanın haline benziyor. Ameliyat faaliyetinin gerçekleştiği hastanenin yeterliliğine ve ameliyatı yapan doktorlarının becerisine göre ya sağlıklı bir şekilde ayağa kalkıp dirilecek ya da can çekişir bir halde ameliyat masasında kalıp kendini iyileştirecek vicdanlı ve işinin ehli doktorlar beklemeye devam edecektir.